Response to apocalypse, 2023, mixed media on fabric, 149x57 cm

They found unique souls in the Odeon, Charcoal on paper, 24 x 33 cm

Enough has been seen.The image took on all forms, Mixed media on paper, 9.5 x 14.5 cm

Before blowing her/his tingling saxophone, Acrylic on paper, 25 x 35 cm

Aurora, Charcoal and watercolor on paper, 19 x 23 cm

Hybrid field in my body, Mixed media, (fabric, clay), 22 x 15 x 22 cm

The jelly state of time with the cycle of a lost space, Charcoal on paper,<br /> 24 x 33 cm

I let myself, as if I’m falling | 2024

I let myself, as if I’m falling

It was the time of the pandemic. There was no short or long distance. People were separated from each other, their bodies confined in homes, sentenced to a constricting atmosphere. In such a period, the conversation between Çınar Eslek and Yekhan Pınarlıgil began, to resist a little ennui and a little to be able to look at the world from different perspectives. Dreams, the place closest to freedom for humans since the very beginning of history, the easiest and most enjoyable way to escape four walls. For this reason, the conversation transformed first to dreams, then to their interpretations, and then to memory. They started writing stories from fantasies, sometimes visual, sometimes imageless.

Çınar Eslek drew, Yekhan Pınarlıgil wrote. The duo’s phone conversations initially became a book called Kraasanab, then evolved into different forms, objects, and movements. First a performance, then an interview, and today an exhibition; they found themselves in a work in progress.

Kraasanab is an “as if” tale. Right in the middle of the sharpest reality and “as if”. The story takes place during a period when the city’s main switch is deliberately turned off and the lights are cut off. Fear is present in the atmosphere, time has taken on a sluggish form. Just a day lived as if it had no past, or an endless night… There is a protagonist who doesn’t have an eye color. In a moment of darkness, a crisis, they throw themselves willingly to the ground. In Sıraselviler. Everything begins with a fall into an exposed story. It ends with a fall as well, but this time on the stage of life, in the leading role of their own life. While our protagonist falls, when they say “ay!”, they become a woman; when they say “ah!”, they become a man, and they start to travel through the labyrinth of life by jumping from adventure to adventure through the agility of their body.

Then the time is a bit complicated but has gone by fast, and our unnamed protagonist has gone through a multitude of occurrences. In the darkness and corners of the city, at shabby bars, alternative joints, underground discos, and of course the fusty halls of erotic cinemas, they have become the light to the eyes first and then to the days of the audience. And one day, they hung up their hat. They retreated into seclusion in a building in Tarlabaşı that was somehow forgotten by distinguished city architects and majestic bulldozers.They have withdrawn not from life, but from its chaos, not from the city, but from its crowd. « I let myself, as if I’m falling » presents itself as a journey into their own past through the eyes of this surprising protagonist.

The exhibition invites viewers to the mentioned building, to the home of our retired porn star. The furniture in the living room looks a bit worn. They come from different times, different abandoned homes, they are in between harmony and disharmony. A curtain hangs from the window, saved from the fire of lust at the last moment. We are in twilight, the time of day, the season of the year, and the geography of the story is not very clear. A lamp from a former neighbor of Greek descent faintly illuminates the surroundings. The glasses that still carry the taste of consumed liqueurs, the laces with lipstick stains on them, the covers that hold the pain and laughter of years. There is an almost organic connection between the inhabitants and the objects in the living room. The walls are filled with images from the star’s life, from different times. Posters of their old movies and scenes from films fluctuate in the melody of a nostalgic song. A documentary with a questionable plot is on the screens. Whose bedroom is it? It’s not very clear.

The viewer finds themselves in the middle of a voyeuristic experience. By entering through the half-open door they saw, they step into a place they shouldn’t enter and begin to delve into the depths of a life they don’t and maybe may never know. As they descend, they discover themselves and their own nooks and crannies. In the darkness of the basement, there are monsters, reveries, and aged wines. They promise intoxication to those who dare to fall.

(Exhibition text: Yekhan Pınarlıgil)

Bırakıverdim kendimi, düşermiş gibi

Pandemi zamanıydı. Mesafenin kısası, uzunu yoktu. İnsanlar birbirlerinden ayrı, bedenleri evlerde kapalı, iç sıkan atmosfere mahkumdular. Böyle bir dönemde başladı Çınar Eslek ve Yekhan Pınarlıgil arasındaki sohbet, biraz sıkıntıya direnmek, biraz da farklı pencerelerden dünyaya bakabilmek için. Rüya, tarihin en başından beri insanın özgürlüğe en yakın olduğu yer, dört duvardan kaçmanın en kolay, en zevkli yolu. Bu sebeple sohbet önce rüyalara, sonra tabirlerine, oradan da hafızaya dönüştü. Hayallerden hikayeler yazmaya başladılar, bazen görüntülü bazen görüntüsüz.

Çınar Eslek çizdi, Yekhan Pinarligil yazdı. İkilinin telefon sohbetleri ilk etapta Kraasanab adında bir kitap oldu, sonra başka şekillere, farklı nesne ve hareketlere evrildi. Önce bir performans, ardından bir röportaj, bugün de bir sergi derken, bir work in progress’in içerisinde buldular kendilerini.

Kraasanab bir “sanki” masalı. En keskin gerçekle “miş gibi”nin tam ortası. Hikaye şehrin ana şalteri bile bile indirildiğinde, ışıkların kesildiği bir dönemde geçiyor. Atmosferde korku var, zaman bir pelte halini almış. Geçmişsiz gibi yaşanan bir gün sadece ya da uçsuz bucaksız bir gece… Gözlerinin rengi olmayan bir kahraman var. Karanlıkta bir an, bir buhran, kendini bile isteye yere atıyor. Sıraselviler’de. Maruz kalınan bir hikayeye düşüşle başlıyor her şey. Bir düşüşle de bitiyor, ama bu kez hayatın sahnesinde, kendi hayatının başrolünde. Kahramanımız düşerken ay derse kadın ah derse erkek oluyor ve hayatın labirentinde bedeninin kıvraklığı sayesinde maceradan maceraya atlayarak gezmeye başlıyor.

Sonrasında zaman biraz karmaşık ama hızlı akmış, isimsiz kahramanımızın başından bir dünya ̇iş geçmiş. Şehrin karanlıklarında, kuytularında, en salaş barlarda, alternatif mekanlarda, underground diskoteklerde ve tabi erotik sinemaların köhne salonlarında izleyicilerin önce gözlerine sonra günlerine ışık olmuş. Ve gün gelmiş ununu elemiş eleğini asmış. Tarlabaşı’nda, güzide şehir mimarlarının ve görkemli buldozerlerin nasılsa unuttukları bir binada inzivaya çekilmiş. Hayattan değil kargaşasından, şehirden değil kalabalığından elini çekmiş. « Bırakıverdim kendimi, düşermiş gibi » bu şaşırtıcı kahramanın gözünden kendi geçmişine bir yolculuk olarak karşımızda.

Sergi izleyicileri bahsi geçen apartmanda, emekli porno starımızın evine davet ediyor. Salonda mobilyalar biraz eskimiş gibi. Farklı zamanlardan, terk edilmiş farklı evlerden gelmişler, uyumla uyumsuzluk arasındalar. Pencerede şehvet yangınından son anda kurtarılmış bir perde asılı. Alacakaranlıktayız, günün saati, yılın mevsimi, hikayenin coğrafyası çok net değil. Eski bir Rum komşudan kalma lamba zorlukla aydınlatıyor ortalığı. İçilmiş likörlerin tadını hala taşıyan bardaklar, uzerlerinde ruj lekesi olan danteller, yılların acısını da kahkahasını da içlerinde tutan örtüler. Neredeyse organik bir bağ var salonun yaşayanlarıyla nesneleri arasında. Duvarlar yıldızın hayatından, değişik zamanlardan görüntülerle dolu. Eski filmlerinin afişleri ve filmlerden sahneler nostaljik bir sarkinin melodisinde dalgalanıyorlar. Kurgusu şaibeli bir belgesel dönüyor ekranlarda. Kimin yatak odası orası? Pek belli değil.

İzleyici kendini röntgenci (voyeuriste) bir deneyimin tam ortasında buluyor. Aralık gördüğü kapıdan girmemesi gereken bir yere giriyor ve tanımadığı belki de hiç tanımayacağı bir hayatın derinliklerine inmeye başlıyor. İndikçe kendini, kendinin kuytularını keşfediyor. Mahzendeki karanlıkta canavarlar, hülyalar bir de yıllanmış şaraplar var. Düşmeye cesareti olanlara sarhoşluk vaat ediyorlar.

(Sergi Metni: Yekhan Pınarlıgil)