Çınar Eslek’in Teyel, Uzuv, Ilızarov başlıklı sergisi DEPO’da izleyiciyle buluştu. Sergideki işlerin birbirleriyle ilişkisine ve sundukları bir aradalığa bakıyoruz.
Yazı: Murat Alat
Sergi salonunun hemen girişinde duvara yansıyan projeksiyonda, tepesinde gün ışığından bir hale, üzerinde de eşsiz çizgiler bulunan, çarşafların arasından sıyrılmış çıplak bir ayak tabanı görüyoruz önce, ardından da ağır aksak adımların yakın plan çekimleri geliyor. Bu görüntülerle açılıyor Çınar Eslek’in Zemin (Prolog) adlı videosu. Sanatçının Depo’da Ceren Erdem küratörlüğünde gerçekleşen sergisi Teyel, Uzuv, Ilızarov için de diyebiliriz ki, ayaklara, özellikle de aksayanlarına adanmış bir sergi.
Medeniyetimiz şüphesiz ki hiyerarşik. Bu, beden algımızda bile böyle. İnsan şöyle bir içine dönüp, “neresindeyim ben bu vücudun” diye soracak olursa herhalde ilk akla gelen, göğe en yakın olan yer, yani kafatasının içi, sonra belki bir his yoğunluğuyla çarptığını sık sık hissettiren kalp, lakin ayak tabanı bu hiyerarşinin en altında. İnsan öz bedeninin pek çok organını, söz konusu organ arıza çıkarmadığı takdirde bilemez. Değil mi ki bir midemiz olduğunu ancak o ağrıdığında fark ederiz, tüm yükümüzü kahrımızı çeken ayaklarımıza da bir sorun olmadığı sürece dikkat etmeyiz. Halbuki ayaklarımız bizi yeryüzüne bağlar. Alemin maddiliğiyle en çok münasebeti olan organlarımızdır onlar. Yine de yeryüzü demek toz, toprak, balçık, çamur, kir, pas, çürümek, yok olmak demek. Belki de bu yüzden giyinirken her daim önce ayaklarını sıkı sıkıya korur medeni insan. Yeryüzünün karmaşasına bulaşmamak, çirkefini üzerine sıçratmamak için. Çirkef tabii ki kültürel, göreceli bir yargı.
Günümüz medeniyeti ayaklardan çok kafatasımızda hususi bir yere konuşlanmış, iç dünyamıza birer pencere olduğu iddia edilen gözlerimiz merkezlidir. Evrimin ince ince üzerinde çalıştığı gözler teknolojik gelişmelerle de pekiştirilerek bize görme üzerine bina edilmiş alengirli bir medeniyet sunar. Medeniyetin zehrini bir kez tatmış insanın görmesi ise her daim mesafeye muhtaçtır. Görme, gören ile görülen arasındaki boşluk fikrine dayanır. Böylesi bir boşluğun varsayımsal olarak bile tesisi, özne/nesne, kültür/doğa gibi temel ikiliklerin kurucu önermesidir. İnsan açık ve seçik olarak gördüğü her şeyi kendinden ayırır, tasnif ve terbiye edip emrine amade kılar. Halbuki göz yerine başka bir duyu organımız önceliği alsaydı ne olurdu diye düşünmek iyi bir egzersiz olabilir. İşitsel kültürlerin varlığı arada sırada hatırlanır, peki yalın ayaklara, ayakların dünya ile temasına dayalı bir kültür tahayyül edilebilir mi? Teyel, Uzuv, Ilızarov böylesi bir aleme çekiyor ziyaretçisini.
Sergiyi açan Zemin (Prolog)’tan sonra karşılaşılan en başat aktör tavandan misinalarla sarkıtılmış metal çerçevelere gerili, üst üste binen, yan yana gelen, iç içe geçen türlü materyalin birbirine özgürce teyellendiği kumaşlar. Bu işler dünyaya aşkın, mesafeli bir öznenin nazarında, korunaklı bir yerden akli yönergelere uyularak bir araya getirilmemişler. Aksine malzemesiyle bir olarak aklın türlü hesaplarını devre dışı bırakıp kaosa dolanmış, kaosu dokumuş Eslek. Sonuç, baktığı her yerde net ayrımlar görmek isteyen zihin için şok edici, rahatsız edici ya da en hafifinden anlamsız, lakin burada sunulan bir peyzaj ya da bir nesnenin tasviri değil. Eslek, aksayan bir ayağın tabanının dünyayla olan ilişkisinden yola çıkıp temas üzerine kurulu bir var olma biçimi önerisinde bulunuyor. Kelimelerle tasviri neredeyse imkansız bu işlerde göz arada sırada aşina olduğu formları yakalar gibi olsa da sıklıkla gördüğünü tanımlayabilmekte naçar kalıyor. Perspektif kurallarını askıya alan bu işlere ne kadar mesafe alırsak alalım onlar daha da karmaşıklaşıp anlamsızlaşıyor. Tersine, iki adım atıp diplerine gittiğimizde ise bu işler bedenimizi çepeçevre sarmaya başlayıp bizi içine çekip seyirci özne olarak korunaklı pozisyonumuzu terk etmeye ve meydana getirdikleri karnavala katılmaya davet ediyor. Bu işlerle muhatap olmak için alışageldiğimiz özne pozisyonundan feragat etmek gerekiyor zira birbirlerine dokundukları yerden teyellenen kumaş bedenler ardlarında dışa vurmakla mükellef oldukları bir öz barındırmıyor. Elde olanın hepsi ardları olmayan, bizi dört başı mamur bir hakikate göndermeyen yüzeylerden ibaret. Sergilenme biçimleri de bu hissiyatı pekiştiriyor, etrafında dolaşması mümkün olan çerçevelerden handiyse içinde izinizi yitirebileceğiniz bir orman yaratılmış. Burada söz konusu olan havada asılı kalmış hayali imgelerden ziyade ardı önü meydanda yüzeylerden oluşan çoğul bedenler. Akli bir özne olmaktansa kanlı canlı bir beden olmak gerekiyor bu karnavala katılmak için. Söz hakkı beyinden ayağa, dalağa, bağırsağa geçiyor.
Temas üzerine kurulan bir varlık tenine değen başka bedenlerle ittifaklar kurarak ilerler, safi yüzeylerden müteşekkil bir cemaat olarak var olur. Formu da bundan dolayı kaotiktir. Kendini harici bir öznenin nazarına hoş göstermeye çalışmaz, tek gayesi daha fazla bedene dokunmak, öteki bedenlere dokunan yüzeyini genişletmek, tekilliğini tesis ederken aynı anda da çokluk olmaktır. Eslek’in kumaş işlerinden gayrı, üretmiş olduğu küçük nesnelerde de aynı yüzey estetiği görülüyor. Seyirci özneye ideal bir bakış açısı sunmayan, akli bir düzen gözetilerek değil de yanında yöresinde olan bedenler üzerinde bıraktıkları tesirlere göre bir araya gelmiş, kimi zaman tanıdık, çoğu zaman yabancı parçalardan oluşuyor Eslek’in heykelcikleri. Bunlar öyle tesirler ki neşet ettikleri nesnelerin nelikleri geride kalmış, bu nesneler aşkın bir öznenin nazarında yüklendikleri tanımlardan azade kendinde şeyler olarak belirmişler. Yine de bu yabanlık kumaş işlerle söz birliği etmişçesine muhatabında bir tiksintiye yol açmaktansa sıcak, yaşam dolu bir karşılama imkanı sunuyor yoldaş olmaya niyetli bedenlere.
İnsan semavi dinlerin hepsinde bir eksiklikle tanımlanır, Cennet bahçesinden kovulmuş Havva ile Adem’in soyu üzerlerine kapanan kapıları tekrar açmanın gayretiyle geçirirler hayatlarını. Bu uğurda ideal insan tahayyülüne uymayan, aksayan bir organ hasta addedilir ve bu organın ideale ulaşması için gayret edilir. Medeniyet az çok bu demektir. İnsanın arzusundaki ideal, cennet bahçesindeki ölümsüzlükse fıtratından ötürü ölümlü olan beden de topyekün her zerresiyle aksar, hasta olarak ele alınır. Her türlü teknoloji aksayan pis bedeni ölümsüz kılmak için icad edilmiştir. Halbuki tamlık aklın fantezisi iken eksiklik bedenin hakikatidir. Lakin bir şeyin eksik olması için önce tam diye bir tahayyüle ihtiyaç vardır. Tamlık bir yanılsamaysa eksikten de bahsedemeyiz. Geriye ise elimizde hayaller kuran sapkın bir zihinle gerçekliği yaşayan bedenler kalır.
Serginin son parçası olan Oh White, Eslek’in aksayan ayağını tedavi ettirmek için bedenini tıbbi teknolojiye emanet ettiği hastanedeki günlerini anlatan bir video. Ilizarov ise bu tedavi için kullanılan teknolojik aletin adı. Bu videoda Bihter Sabanoğlu’nun süreçten ilham alarak yazdığı kurmaca bir metinle Çınar Eslek’in hastane günlerini anlatan belge niteliğindeki metin üst üste bindirilerek okunmuş ve birbirlerine adeta teğellenmişler. Tıpkı sergideki diğer işler gibi iç içe geçmiş görüntüler, iç içe geçmiş seslerden mürekkep bir video. Anlamını çözmek zor. Zaten önemli değil anlatılan, önemli olan önce birbirinin sesine, hikâyesine değen iki beden, oradan da sergideki diğer bedenlere yayılan titreşimler.
Ölümlülüğe çare “bir” olmaktan değil bir arada olmaktan geçse gerek. Artık adlarına rahatlıkla farklılık diyebileceğimiz eksiklerimizi korumak, kırıldığımız yerden başka dünyalara kapılar açmak çoğalmak, gücünü çokluktan almak. Teyel, Uzuv, Ilızarov bir aradalıkla kurulmuş, bir aradalığa adanmış bir sergi.