Gündelik hayatın bütün ağırlığını, kaygısını, bu kaygıdan kaynaklanan yaşama içgüdüsünün azalışını sezinlerken, toplumsal ve politik birçok olayın hayatımızı işgal ettiğini ve hareket edebilme, esneyebilme yetimizin aktif olması için en çok da boşluk alanlarına ihtiyaç duyduğumuzu hissederek kendimi güne açıyorum. Atölyeden çıkıp Milli Reasürans Galerisi’ne yürürken, kaldırımlarda park edilmiş motorlar yüzünden yayaya alan bırakılmadığını, yoldaki arabaların hareket edemeyecek kadar trafiğe sıkıştığını, hayatlarımızın nasıl şiddetli bir yığılma ile karşı karşıya olduğunu görüyor ve bize hiçbir boşluk alanının kalmadığı noktaya gelindiğinde gerçekleşebilecek şeyleri hayal etmeye başlıyorum.
Bu boşluk alanlarının yoksunluğunda, patlamaya benzer bir his eşliğinde hareketsiz kalındığını hepimiz farklı biçimlerde deneyimlemişizdir. Oysa biliriz ki uçsuz bucaksız, bilinmezliklerle dolu dünyada, kendini korunmasız bir boşlukta bulan insan, öncelikle korunma ve yaşama güdüsüyle bilinmeyeni bilmeye çalışır; sonra bilgiyi yaşantıya dönüştürüp giderek dünyayı kendisinin kılar ve doldurduğu boşluklarla birlikte kendisini de dönüştürür. Var olduğu ilk andan beri insan, var olana olduğu kadar boşluğa da ilgi duyar. İnsan hep boşluğa müdahale etme ihtiyacı hisseder, boşluğu doldurduğu ölçüde dünyayı kendisine ait kılıp şekillendirir.
“Mekân” kelimesinin Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük’teki karşılığı “1. Yer, bulunulan yer. 2. Ev, yurt. 3. gök b. esk. Uzay” olarak verilir.¹ Buna göre “mekân” belli bir yer, yani sınırları ve kapsamı belirlenmiş yeri işaret ettiği gibi, sınırsız bir “yer(sizliği)” boşluğu da kapsayan bir anlam içerir. Nitekim gerek “hem burada hem de orada” olma haliyle, gerekse somut olduğu kadar içerdiği soyut anlamıyla çok yönlü bir içeriğe sahip olan mekân kavramı, genel anlamıyla insanı çevresinden belli ölçüde ayıran ve içerisinde eylemlerini sürdürmesine olanak tanıyan “boşluk” olarak da tanımlanır.²
Tam bu noktada İlhan Sayın’ın 20 Nisan – 4 Haziran 2022 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde açılan İncir Ağacı adlı sergisinde, sanatçının ürettiği çalışmalarda ya boşluğun kendisi ile karşılaşır ya da boşluğu duyumsarız. Kompozisyonlarında kadrajına aldığı formlar, ana merkezden kadrajın bitimine doğru ilerledikçe boşluğa düşer. Bu yaklaşım izleyiciye alan tanırken aynı zamanda değindiği sorunsalların bitmediğini, aksine devam etmekte olduğunu anlatmak ister gibidir. Çalışmalarında bulunan mekân referansları ile kalıcılık-geçicilik, yıkım ve yaratım, rastlantısallık, yok olma gibi kavramlara dokunarak devam eder.
Kanal, Duvar, Sütun İskele, Maden, Hamam çalışmalarına baktığımızda hem isimlerinden hem de ele alınış biçimlerinden bu mekânların politik, kültürel, tarihsel referansları olduğunu anlarız ama sanatçı bize esasında hangi mekânın söz konusu olduğunu belirtmez. Kompozisyonlarında bu tarihi ve sembolik anlamlar taşıyan mekânların bölünmüş, parçalanmış, sınırlandırmış ve koruma adına rezerve edilmiş olduklarını sezeriz. Bu sezgi, belirsizliğin verdiği soyutlukta, unutuluş/yok oluş ekseninde bir ize dönüşür. İz, bozulmanın, tahribin, müdahalenin ya da kendi haline bırakıldığında doğanın ve zamanın etkisi ile başkalaşmış mekânları gösterir; ve orada olandan çok olmayana, kırılganlığa işaret eder gibidir. Bu kırılganlıkta kendini dünyaya açmak, boşluğa iz bırakmak bir sanatçı için ne demektir? Ve o boşlukta asılı kalmak ne anlama gelir?
Sanatçının ifadesi ile “İnsan doğanın bir parçası olduğunu, ölümlü olduğunu unutup sonsuz tahakkümle sürekli doğadan bir şeyler alma ve talan etme peşinde. Doğanın da aslında her zaman huzur verici barışçıl bir yer olmadığını depremleri, heyelanları, kuraklıkları hatırladığımızda bu ilişkinin girift bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz.’’
Resimlere baktığımızda sanatçının bu yoğunluğu, sözünü ettiği girift hallerin tam aksine, izleyiciyle iç içe geçmiş, sonsuz şeylerin katı evreninde insana varoluş olanaklarını olabildiğine sunan bir boşlukta filizleniyor izlenimini verir.
Günümüzde kontrol etme arzumuzun arttığını, kendi hayatımızı kontrol edebilme kapasitemizin ise azaldığını görüyoruz, özellikle de kişisel bir düzlemde. Dolayısıyla kontrol etme arzumuz ile kontrol etme kapasitemiz arasındaki boşluk, belirsizliği çok daha tahammül edilemez hale getiriyor. Belki de burada en önemlisi belirsizliğin tahammül edilemez bir şey haline gelmiş olması.Sanatçının sergide yer alan mürekkep kullanarak yaptığı gece serisi ve soyut çalışmaları, aynı boşluk algısı gibi, bize kendimiz olma imkânını veriyor.
Sanatçının, mürekkep çalışmaları, desenlerindeki yaklaşımına tezat biçimde tesadüfi ve olasılıklara daha çok açık. Boşluk artık geceye dönüşmüş. Koyu tonlar kullanarak kurguladığı kompozisyonları karanlık ve işlere yoğun bir ıssızlık, yalnızlık duygusunu ortaya çıkaran bir atmosfer hâkim. Bu çalışmalarda sanatçının kullandığı karanlık silüetler, gölgeler, sabah sisi ve ağaçların 19. yüzyılda yaşamış Alman ressam Caspar David Friedrich’i anımsatması, geçmiş ve şu an arasında bir ilişki kurmamızı sağlıyor. Hatta bizde belli belirsiz, tuhaf bir uyanış da oluşturuyor. Nasıl ki gece, sorgulamaları, endişeleri, korkuları ya da rahatlama, gevşeme ve özgürlük gibi duyguları daha yoğun hissettiğimiz, kendimizle baş başa kaldığımız bir zaman süreci ise, sergi de izleyiciye bir soluk alma alanı bırakıyor.
Novalis’in Geceye Övgüler kitabından bir pasaj, dolaylı yollardan gecenin ruhuna değinmesi sebebiyle anlamlıdır. “Yeryüzünün görkemi ve onunla birlikte bütün kederim de kaçıp gitti- onun ile hüzün yeni ve açıklanabilmesi olanaksız bir dünya aktı- ve sen, ey gecenin coşkusu, cennetin mahmurluğu, her yanımı kapladın-zemin hafiften yükseldi; üzerinde özgürlüğüne kavuşmuş, yeni doğan ruhum dalgalandı. Bir toz bulutuna dönüştü tepe-bulutun içinden sevgilinin bulanık yüz çizgilerini gördüm. Gözlerinde sonsuzluk dinleniyordu- ellerini tuttum, ve gözyaşları parlak, kopmaz bir bağa dönüştü. Binyıllar, fırtınalar gibi uzaklara kaydı. Onun boynuna sarılıp yeni yaşam için haz dolu gözyaşları döktüm. -Bu, tek ve biricik rüyaydı-ve ancak o zamandan beridir ki, gecenin göğüne ve onun ışığına, sevgiliye olan o sonsuz ve sarsılmaz inancı hissedebiliyorum.’’