Çınar Eslek’in Depo’da açılan sergisi Teyel, Uzuv, İlizarov bazen zehrini akıtan, bazen cümleler kuran kumaşlar, parçalı desenler, eksikliğe yamalar ekleyen üç boyutlu çalışmalar ve aksayan bedeninin çevresiyle kurduğu ilişkiyi irdeleyen iki videodan mütevellit.
Sergi, Stiegler’in insanın tamamlanmamış, noksan bir varlık olduğuna dair geliştirdiği felsefeden esinleniyor. Epimetheus figürünün önemli bir rol oynadığı bu düşüncede insan bütünlükten uzaktır ve inorganik maddeyi düzenleyerek geliştirdiği téchnê’si sayesinde, vücuda getirdiği metaforik protezler aracılığıyla yarım hâlini tamamlamaya çalışır. Teknik yaratıcılığın, öngörünün sembolü Prometheus’un kardeşi Epimetheus’un adı “sonradan düşünen” anlamına gelir. Epimetheus unutkandır, davranışlarının sebebiyet verebileceği sonuçlar hakkında tahmin yürütemez. İnsanın ve hayvanların yaratılışını takiben onlara olumlu birer özellik vermekle görevlendirilmiştir ama öngörü sahibi değildir; hayvanlara hayatta kalmalarını sağlayacak vasıfları birer birer dağıttıktan sonra sıra insana geldiğinde elinde hiçbir şey kalmadığını fark eder. Prometheus ise insanın ateşe ve uygarlaştırıcı haslete ihtiyaç duyduğunu düşündüğünden, cezalandırılmasına yol açacak hırsızlık suçunu işlemek zorunda kalır. Stiegler, Epimetheus miti üzerinden, insanın hayatını idame ettirebilmesi için dışarıdan gelecek bilgiye, protezlere, teknolojiye muhtaç olduğunu öne sürer.
Çınar Eslek’in Teyel, Uzul, İlizarov sergisinde gösterilen tüm işlerinde insanın hilkatini kabullenerek yetkinliğini artırma, var olma olanaklarını çoğaltma çabası seziliyor. Sanatı protez yaratma biçimlerinden biri olarak algıladığı, bedeni nesneleştirmeden, onu kabullenerek mükemmeliyetten ve hiyerarşiden uzak şekilde bütünlemeye çalıştığı görülüyor. Organik ve inorganik maddeleri bir araya getirmek, zamansal-mekansâl kaymalar yaratmak gibi pratikler insanı normatifliğin ve normalleşmenin etkilerinden azade kılacak o çeşitliliği artırmak için düşünülmüş. Eslek’in kumaşları da yamalardan nasibini almış; Antik Yunan tragedyalarının, Aiskhylus’un, Euripides’in, Sofokles’in zehirli elbiselerini, efsunlu entarilerini, katil ağlarını, Filomelos’un maruz kaldığı tecavüzün şahitliğini yapan dokumayı düşündüren kumaş işleri, insanın geliştirdiği teknolojiden bağımsız yorumlanamayacağı fikrinin uzantısı. Öylesine güçlüler ki kendilerine gözlerini diken insanın bir uzvu hâline geleceklermiş, üzerine yapışıp kalacaklarmış gibi bir his uyandırıyorlar. Aristophanes’in Lysistrata’sının koca Atina devletinin yönetimini karmaşık bir metafor eşliğinde bir yün yumağının üretimine benzetmesi geliyor insanın aklına; Teyel, Uzuv, İlizarov yünün, kumaşın, parçalayıp bölmenin ve birleştirip yamalamanın tapınağı sanki.
Çınar Eslek’in Oh White isimli videosu ise yine insana eklemlenen ve onu tamamlayan protez bilgi/teknik/teknoloji fikrinin bir çeşitlemesi olan geçişleri, mekânsal ve zamansal kaymaları yansıtıyor. Videonun odağı Baltalimanı Kemik Hastanesi. Adına Batılılaşma denen o bitmez tükenmez, sisli ve çetrefilli yolda, İstanbul’un ilk kâgir sarayı olması sebebiyle Osmanlı’ya mimari bir aşama kaydettiren yapı, Mustafa Reşid Paşa tarafından Gaspare Fossati’ye yazlarını geçirmek için inşa ettirilip devamında oğlu Ali Galib’in Sultan Abdülmecid’in kızıyla evlendirilmesi vesilesiyle devlete 250 bin altına satıldığında elbette yıllar içinde edineceği işlevlerden habersiz. Zaten bünyesinde ihtişamlı bir değişimi barındıran, organik bir madde olan ahşaptan, inorganik bir madde olan tuğlaya geçişi temsil eden saray, yıllar sonra bir hastaneye dönüştüğünde, bu dönüşümü içinde tedavi edilmeyi bekleyen hastaların bedenlerine de yansıtıyor. Çeşitli kemik hastalıklarından mustarip bu “noksan” vücutlara protezler, cihazlar, demir parçaları takılıyor. Geçişler bulanıklaşıyor, beden ve içinde var olduğu çevre birbirine eklemleniyor. Baltalimanı Antlaşmaları’nın söz konusu binada imzalanmasıyla kaderi çizilen imparatorluğun ekonomik ve politik çöküşü, bir zaman kayması sonucu, yıllar sonra, binayı mesken tutmuş hasta bedenlere sirayet ediyor. Napoléon ve Eugénie’yi ağırlaması planlandığı için civarına sayısız ahır ve köşkler yaptırılarak, odaları incilerle işlenerek nümayişi yapılacak hanedan şaşaası rutubetli bir hastanenin sakil hücrelere bölünmüş sefaletine, politik erk kudret kaybına, makbuliyet de ancak sarayın sakinlerinden Damat Ferit Paşa’nın deneyimleyebileceği türden bir dışlanmışlığa eviriliyor.
Ceren Erdem’in küratörlüğünü üstlendiği Teyel, Uzuv, İlizarov sergisi kapsamında, Eslek’in de videosunda kullandığı, Baltalimanı Hastanesi’nde deneyimlenen engin tekinsizliği, sözünü ettiğim maddesel geçişleri, zamansal kaymaları, mekânsal eklemlemeleri yansıtan bir kısa öykü yazdım.
BETONLAŞMA
Hastanemiz hep curcunalıdır fakat bu sabah her zamankinden de daha gürültülü biçimde uyandırıldım. Daha doğrusu kendime geldiğimde hastabakıcı şirret çığlıklar atmayı yeni sonlandırmıştı ve artık zararsız hâle getirildiğime emin olduğundan küçümser bakışlarla beni süzüyordu. Duvarla tavanın birleştiği köşenin tam altına konuşlanmış o suratı kafamı zorla bastırdıkları yerden seçebiliyordum. Havada asılı duran ışıltılı ve eğreti tacıyla yaldızlı süslemelerin ortasından gözlerini üzerime dikmiş, gülümsemeye devam ediyordu. Günlerdir o yüzü tüm detaylarını ezberleyinceye dek incelemekten başka bir şey yapmamıştım. Biliyordum, benimle alay ediyordu. Hastabakıcı da biliyordu, ikisinin de derisi aynı suni dokudan yapılmıştı sanki. Hem kireç gibi sert hem de vıcık vıcık bir tabaka vücutlarının tümünü, ama en çok da yüzlerini kaplamıştı. Sıradan bir anda insanların dudaklarına yayılabilecek basit ve içten bir gülümsemeyi dahi onların o ölü rengi ağzında taşlaştırıyordu.
Koluma bağlanmış serumu, aşağıya sarkan tüpleri, başucumda duran o tuhaf alet edevattan elime geçen ne varsa hepsini tavandaki rezil surata, bana arkaik gülümsemesiyle bakan o Kouros’a fırlatmışım. Beni de anlamak lazım, altı aydır burada vücudumun her geçen gün biraz daha çarpılışını, kemiklerimin bir imha silahının parçaları gibi birbirinin içine geçişini izleyerek yatıyorum. Tavanın tüm süslemeleri artık zihnime kazındı; kuzeydoğu yönünde bir madalyon içinde isli çiçekler var; hemen ardında acemice çizilmiş, yamuk yumuk geometrik şekiller. Güneybatı tarafında bir yerlerde oymalı payandalar her an hastaların üzerine çökecekmiş gibi duruyor. Binanın her bir köşesi zamanında arsızca boyanmış, bir milim yer kalmayacak şekilde doldurulmuş. Herkes boşluktan ne çok korkuyor. Tabii artık saray bunca nemden, bakımsızlıktan, ilgisizlikten çürümüş. Öğrencisi kalmamış atıl okulların duvarları bir zamanlar içindeki sıralardan geçmiş tüm hayatları üzerlerinde birer katman olarak biriktirir ya, bu hastane de farklı değil. Kendime sol köşedeki, şu harap hâldeki Yunan sütununun ucunda belli belirsiz seçilen kan ve duman karışımına benzer lekeyi uygun gördüm.
Kemikleri düşünüyorum; dişlerim kamaşıyor. Aynı dişler gibi tekinsiz organlar bunlar. Ateşe ver, testereyle kes yok olmuyorlar. Kazılarda hâlâ milyonlarca senelik dişler bulunuyor. Burada etrafım kemiklerle çevrili; saray o zamanlar hastaneye dönüşeceğini bilmediği ve odaları mühim insanlara, mühim olaylara layık bir sahne şeklinde düzenlendiği için utanç verici büyüklükteki bir salonda on kişi beraber yatıyoruz. Herkes tüm gün birbirinin kemiklerini inceliyor. Kemikleri düşünmemek için gözlerimi tavandaki o sahte tanrıya sabitlemem gerekiyor. Ama asıl o beni izliyor; yalnız beni değil, tüm bu çaresizliği tahtından dikizlemek hoşuna gidiyor.
Baltalimanı’nda tedavi göreceğimi ilk öğrendiğimde, herhalde zihnim o buhranın içinde bir şeylere tutunmaya çalışıyordu, anlık bir sevinç duyduğumu hatırlıyorum. Önünden birkaç kez geçmiştim o eski sarayın, uçuk bir pembe rengindeydi, hastane de olsa insanın içini açıyordu. Boğaz’ın sularına bakacak şahsi odamı hayal etmiştim, yüksek bir tavan altında ferah ferah yatacak, o dinginlik içinde tedavim bittikten sonra yapacaklarımı düşleyecek, hedeflerimi sıraya koyacaktım. Günden güne daha iyiye giderken doktorlar tarihi arşivdeki kitaplara göz atmama da izin verecekti. Sadece bedenen değil zihnen de gelişmiş biçimde oradan taburcu olacaktım. İsviçre’nin pastoral köylerinden birinde, uçurum kenarına inşa edilmiş bir sanatoryumdu Baltalimanı. Bir Büyülü Dağ üzerine kurulu… Oysa burası grotesk, anakronik bir kervansaray; zavallı bizlerle kıyaslanamayacak derecede seçkin bir zümrenin saygıdeğer üyeleri için yapılmış, biri diğerinden şaşalı odalarda emtia gibi istiflenmiş hâlde bekliyoruz. Bu özenin bize değil o öbür kişilere, soyu sopuyla, şeceresiyle yaşamın tüm estetiğini, zarafetini ve en önemlisi sağlığı bizden daha çok hak eden o üstün insanlara gösterildiğini biliyoruz. Biz burada birer sığıntı, sarayın üzerine çökmüş birer hilkat garibesiyiz.
Kitap okumama izin verdiler ama; daha doğrusu ısrarlarım sonucu hastabakıcılardan biri, bulduğu tozlu bir cildi sonsuz bir hoşgörü ve elinin asil bir hareketiyle bana bahşetti. Binanın tarihçesini anlatan kısa bir metin. Çabucak bitmesin diye her öğleden sonra azar azar okuyorum.
Birinci gün: “Baltalimanı Sahil Sarayı: İstanbul’un ilk kâgir sarayı. Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşit Paşa tarafından 1847 yılında Gaspare Fossati’ye yaptırıldı. Ahşaptan betona geçişi temsil eden bu yapı…”
İkinci gün: “Reşit Paşa yazlarını geçirmek için inşa ettirdiği bu sarayı, oğlu Ali Galip Paşa’nın Sultan Abdülmecid’in kızı Fatma Sultan’la evliliği vesilesiyle devlete tam 250 bin altına sattı.”
Elli sekizinci gün: “Mimar Fossati bu projede geleneksel Türk evlerinden aldığı öğeleri Batı mimarisinin yapı taşlarıyla birleştirip üzerine İstanbul’da Oryantalist üslubun ilk temsilcisi Mağrip kemerlerini eklemiş.”
Yüz yetmiş dokuzuncu gün: “Sarayın büyük salonunda, İstanbul’da muhtemelen ilk kez karşılaşılan ve ancak yıllar sonra Levanten mimarisinin bir özelliği olarak Beyoğlu’nun dış cephelerinde belirecek insan yüzleri hâlâ seçiliyor.”
Şimdi hatırladım, bu cümleyi okuduktan sonra kitabı o riyakâr surata doğru fırlatmıştım. Devamında da serumu, serumun bağlı olduğu demiri, yastığımı ve terliğimi, yani buradaki tüm mal varlığımı. Ama şaşırtıcı biçimde, şehrin ilk tuğla binası olduğunu öğrendiğimden beri saraya yakınlık hissetmeye başladım. Yanlış anlaşılmasın, üçüncü sınıf bir mimarın oradan buradan topladığı parçalarla, yok Mağrip kemeriymiş, yok geleneksel köy eviymiş, ortaya çıkardığı bu sefil yapı sonradan görmeliğiyle beni hâlâ tiksindiriyor. Yine de ahşap olmamasına seviniyorum; benim hasta kemiklerim gibi, ateş onu da kolay kolay yok edemez artık. Hem onun gibi benim içime de doğada bulunamayacak maddeler ekleyip duruyorlar; demir parçaları, protezler, hatta doktorlar Rusça bir adı olan bir aletten bahsetti, unuttum şimdi. Bunlar bana mutluluk veriyor çünkü bu herkesin bildiği bir gerçektir, doğal olmayan medenidir.
******
Binanın her bir taşını iliklerimde hissetmeye başladım. Doktorlar sözünü ettikleri aleti bacağıma taktı. Başka yerlerdeki eklemlerime de başka birtakım şeyler yerleştirdiler. Reşit Paşa iyi ki bu binayı ahşaplıktan kurtarmış. Yoksa bu suni bedenimle onun ağaçtan gövdesi nasıl bir olacaktık? Her sabah uyandığımda vücudumun bir önceki güne nazaran zemine daha çok gömüldüğünü görüyorum; milim milim tabii, dışarıdan belli olmuyor. Henüz. Ama bu gidişle onun içinde eriyip kaybolacağımı biliyorum. Sarayın, hastanenin, her neyse, onun kalbindeki bir şey içimdeki bu metal parçaları mıknatısla kendine çekiyor.
İki yüz yirminci gün: “Fransa Dışişleri Bakanı Thouvenel’in anılarında Baltalimanı Sahil Sarayı’na büyük yer verilmiştir. III. Napoléon ve İmparatoriçe Eugénie’nin İstanbul’a geleceği açıklandığında Sultan Abdülmecid, imparatoru kendi sarayında öz kardeşi gibi ağırlamak istediğini söylemiş fakat hazırlıklar için kente gelen Colonel de Béville yaptığı incelemede Baltalimanı sarayını, muhtemelen dönemin tek kâgir sarayı olmasından ötürü, kraliyet çiftinin konaklaması için daha uygun bulmuştur.”
Bu bölümü kitap biter korkusuyla yarıda kesmedim, zaten artık dışarı çıkmayı düşünmediğim ve hatta arzu etmediğim için buna gerek de yok. Okuyacak başka şey bulamazsam tekrar tekrar başa döner bunu hatmederim. Fransız bakanın hikâyesi bitince bir kahkaha attım. Bana komik gelen birçok şey var yazılanlarda.
Bir: Baltalimanı’ndan Maslak’a uzanan bölgeye kırk bin adam yollanmış hazırlıklar için. Kırk bin. Bunlar kraliçenin mahiyetini ağırlayacak ahırlar ve köşkler yapmış. Atlar ve ahırlar için kırk bin adam. İki: Onca nümayiş boşa gitmiş, kimse gelmemiş. Planlanan Binbir Gece Masalı suya düşmüş. Boğaz’ın sularına. Üç: İmparatoriçe Eugénie’nin göz zevkini tatmin etme uğruna duvarlarına tek tek inciler işlendiği söylenen odada şimdi ben yatıyorum. Şehrazad da Şehriyar da benim. Ölmemek için kendi kendime hikâyeler anlatıyorum. Güç timsali sarayımız gureba yuvası bir Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’na dönmüş. Bunları düşünüp gülüyorum.
*******
Günleri karıştırıyorum. Damat Ferit de burada yaşamış, onu öğrendim dün okuduğum pasajdan. Ya da geçen aydı, emin değilim. “Damat Ferit’in içinde otuz yılını geçirdiği ve bu müddet sırasında uyuklaya uyuklaya ve alıp bıraka üç beş Frenkçe kitap okuduğu cihetle büyük bir devlet adamı olduğuna kanaat getirdiği işbu bina”… Tarihimizin en büyük “persona non grata”sı Damat Ferit Bey de demek buraya teşrif etmiş. Ama buna gülmedim. Binanın ruhuna Prenses Eugénie’den daha uygun bir konuk. Toplumun artıkları burada toplanıyor ne de olsa. Baltalimanı Antlaşmaları. 1838. Bu zafiyet dönemini de hatırlatıyor kitabımız. “Osmanlı sanayii darbe aldı, devletin borçlanması ve mali çöküşü hızlandı.” Bunca yozlaşma tesadüfi mi yani? Binanın yüzünden değil mi tüm bunlar? Mutlak kudret bile burada acizliğe, imparatorlara layık şatafat bile sefilliğe, doğal olan her şey yapaylığa dönüşüyor. Bina bir imparatorluğun dağılmasına sebep olmuş, benim burada nasıl iyileşmem bekleniyor anlamıyorum. Baltalimanı beni önce taşlaştırdı, vücuduma bolca garabet ekleyip robotlaştırdı, dışlanmış, aciz bir duruma getirdi, şimdi sıra son kalan insaniyet kırıntılarını süpürmeye, beni içten çökertmeye geldi.
********
Onu aylar geçtikçe daha çok seviyorum. Kendi kalıntılarım için uygun gördüğüm duvardaki leke gitgide büyüyor. Eskisi gibi eklem ağrılarıyla kıvranmıyorum. Damarlarımda sanki kan değil de başka türlü bir sıvı akıyor. Eritilmiş alçıya, kirece benzer bir şey. Bu yüzden ellerim her zamankinden soğuk. Kanın sıcaklığı yok bunda, içimde aktıkça buz kesiyorum. Kemiklerimin yerinde de artık beyaz taşlar var, hissediyorum. Fazlaca ağırlık yapıyorlar, bu yüzden yataktan kalkamıyorum. Yoksa bir şeyim yok. Yalnız, bina beni bütünüyle ele geçirdi. Kemiklerimi, ya da artık taşlarımı veya tuğlalarımı mı demeliyim, yeni baştan ördü. Hiçbiri o ilk biçiminde değil şimdi. Kimi birbirine tamamen kaynaşıp yeni ve dehşet verici şekiller oluşturdu, kimi kopacakmışçasına inceldi. Ben bunu, onun sanat yapma yöntemi olarak görüyor ve zevkle izliyorum. Bedenimi bir aracı, hatta bir tuval olarak kullanıyor. Ya da belki şöyle yorumlamam gerekir; tasavvufi anlamıyla söylüyorum, bina ve ben artık “bir”iz. Geçen aylarda beni öylesine öfkelendiren o surata da sevecenlikle bakmaya başladım. Zaten bir süredir yalnızca gözlerimi oynatabildiğim için görebildiğim tek şey duvardaki o kabartma yüz. Hiç de düşmanca baktığı söylenemez, hatta öyle düşünüyorum ki yok, eminim ki o yüz bana ait. Etli dudaklarının kıvrımları aynı benimkilere benziyor, topluca yanakları ve düşük kaşları da. Gözlerime, yani aslında kendi gözlerine bakarak taştan meskeninden şefkatle gülümsüyor. Çünkü leke de yüz de benim. Başından beri her şeyi yanlış yorumlamışım. Baltalimanı’nın beni içine hapsettiğini düşünüyor, öfkeleniyor, sabırsızlanıyordum. Zihnimin olayları açıklıkla kavrayamayışındanmış. Artık her şeyin sebebini anlıyorum. Kaç günlük ömrüm kaldı bilmem ama nefes aldığım her sabah, duvardaki dingin yüze –yüzüme– bakacak ve gerçek bana bahşedildiği için şükredeceğim.