The Animal Side or the Politics of Gaze
Ahmet Ergenç
This exhibition brings together works that might be interpreted as the crystallization
of a recently heightened tendency in contemporary art to diverge from the human-centered gaze and turn the gaze, instead, towards the animal or the non- human as a concrete reality or metaphor. And this tendency may be seen as the extension of a more comprehensive, post- humanist tendency which has presented an alternative to the human-centered gaze by annulling the human-as-the-center formula. “Animal studies” that developed in the academia after the 1970’s debilitated the central position of the human and offered
a non-hierarchical and a more liberating conceptualization of the relationship between the human and the animal. For Deleuze, Agamben and Derrida, among others, the animal acted both as a metaphor and a tangible being enabling them to rethink upon and, somehow, deconstruct the human. Moving in the sphere of art (and particularly in literature) Deleuze formulated the concept of “becoming animal” and suggested that
the artist attained the status of the animal through intensification. To quote from Deleuze, “Becoming animal…is to find out a pure world of intensities.” In his book, The Open: Man and Animal, Agamben pointed out to a different vein within the human-centered Western thinking, which involved the human- animal affinity (as well as the recognition
of the animal within, and even of animal’s superiority to, human). As to Derrida, in his well-known piece, The Animal Therefore I Am, he maintained that the gaze of his cat defied all humanly preconceptions which Derrida “deconstructed”, in a way, by placing them under his cat’s bare gaze.
What is at stake here is a politics of
gaze. The change in the gaze towards the animal and recording of the animal’s gaze concurrently changes the politics of gaze towards the world. And this change has a historical background: Re-conceptualizing the lost contact with the animal and breaking apart the limited framework of humanism starting from the 18th century, when the Western thinking – where “Enlightenment” and glorification of rationality had been
at the core – reached to a climax. We can reasonably assert that from Nietzsche onward the primary concern of the
“destructive” Western philosophy has been to dissolve this human-centered imaginary that was immanent to Enlightenment. In Why Look at Animals?, John Berger marks the 19th century as the point at which
the contact with the animal got lost. For Berger, “The 19th century Western Europe became witness to the beginning of the end of all kinds of traditions whatsoever about reconciliation between the human and the animal. Prior to this rupture, the immediate surrounding of the human was composed
of animals.” Berger’s point is this: With the Industrial Revolution’s deep blow in the 19th century, the contact with nature was broken, and animals were replaced by machines and myths about animals by the “scientific” gaze. Yet we can trace back this transformation’s theoretical origins back to Enlightenment- driven thinking of the 18th century.
It is important, in sociological and political terms, to examine each historical era’s proposed gaze towards the animal since the human’s gaze on and relationship
with the animal show parallels to the way inter-personal relationships are formed. The fate a social system sets for the animal or, more broadly, the non-human mirrors the fate of the “masses” -and particularly of the subaltern and others- within the system. Modern capitalism that has created gigantic slaughter houses for the mass killing of animals has also established factories where people are self-alienated en masse. The removal of “singularity” from the relationship with the animal finds it repercussions in the relationship with the human: the human is now far too distant from a radical singularity.
In the aforementioned book, John Berger scrutinizes the emergence of zoos in the 19th century as an incident that occurred coevally with the “hegemony of modern colonization.” The danger of this transformation can be summarized as follows: First, animals
are demeaned in the face of the human
and then the concept of “animal” loses its former mythical and even sublime meaning, turning finally into a concept that stands
for the one which is “less-than-human”. This transformation may well be observed in the horrific explanations of the first anthropologists who “examined” and put
into exhibition in the West the “primitive” humans that they regarded as “unsuitable to be placed under the category of human, they rather, carry animal-like features.” Berger extends this connection to make the following claim: “All fields that are marginalized under pressure -ghettos, slums, prisons, psychiatric hospitals and concentration camps- bear a resemblance to zoos.”
When the link between the relationship with the animal and the one with “others” in the human world is considered, it is not surprising that the animal form or “animality” hauntingly turns back in literature, cinema and art as a specter
or representation of an other-realm. The animal form is used to open a breach in the hegemonic human perspective, demolish the existing codes of civilization and imagine new possibilities (a new ethics, new politics, new aesthetics and a new way of existence). To focus on the animal form is to dislocate the human from the “center” position he settles in and, in this manner, opens up a possibility to create new forms of thinking and existing. As such, the animal form denotes a form
of liberation. It is a minor escape route in a major conception of the world.
The exhibition comprises works that shift
the gaze to the “animal side” and investigate minor possibilities within the existing human-centered landscape. This gaze that steps outside the boundaries of the humanist perspective is indeed suggestive of a new politics: a politics which does not place the human in the center and, instead, open to the non-human as well.
Hayvanların Tarafı ya da Bakışın Politikası
Ahmet Ergenç
Bu sergide bir araya gelen işler, son zamanlarda çağdaş sanatta görülen bir eğilimin, insan-merkezci bir bakıştan uzaklaşıp, bir gerçek ve metafor olarak hayvana ya da insan-olmayana bakma eğiliminin kristalleşmesi olarak görülebilir. Bu eğilim de genel olarak insanmerkezci bakışa alternatif sunan, insanı merkez olmaktan çıkaran bir post-hümanist
eğilimin bir uzantısı olarak düşünülebilir. Akademide 70’lerden sonra başlayan “hayvan çalışmaları” insanın merkezi konumunu aşındırmış ve insan-havyan arasında hiyerarşik olmayan, daha özgürleştirici bir kavrayış önermişti. Deleuze, Agamben ve Derrida gibi filozoflar da insanı yeniden düşünmek, bir anlamda “yapısöküme” uğratmak için hem bir metafor hem de fiziksel varlık olarak hayvan figürünü kullanmışlardı. Deleuze sanat (bilhassa da edebiyat) üzerinden “hayvan oluş” kavramını ortaya atmış, sanatçının yoğunlaşarak “hayvan” mertebesine ulaştığını söylemişti: “Hayvan oluş… katışıksız bir yoğunluklar dünyası bulmak demektir.” Agamben
Açıklık adlı kitabında insanmerkezci Batı düşüncesinin, insan-hayvan yakınlığını
(ve insandaki hayvanın kabulünü ve hatta hayvanın üstünlüğünü) içeren başka bir damarını göstermişti. Derrida ise meşhur The Animal Therefore I Am adlı metninde, kedisinin ona bakışının bütün insani ön kabullerini sarstığını söyleyerek, kedisinin çıplak bakışı karşısında bir anlamda “yapı- söküme” uğramıştı.
Burada bir bakış politikası söz konusu. Hayvana bakışın değişmesi ve hayvanın bakışının kaydedilmesi, dünyaya bakışın politikasını da değiştiriyor. Bu bakış değişiminin tarihsel bir arka planı da var: rasyonel, “Aydınlanmacı” Batı düşüncesinin doruğa ulaştığı 18. yüzyıldan itibaren kaybedilen bir temasın, hayvanla temasın yeniden düşünülmesi ve hümanizmin
dar çerçevesinin dağıtılması. Aslında Nietzsche’den itibaren bütün “yıkıcı”
Batı felsefesinin temel meselesinin Aydınlanma’da netleşen bu insan-merkezci tahayyülü dağıtmak olduğu da söylenebilir. John Berger Hayvanlara Niçin Bakarız adlı kitabında havyanla temasın kayboluş noktası olarak 19. yüzyılı gösteriyor: “19. Yüzyıl Batı Avrupa’da… insanla hayvan arasında var olan her türlü uzlaşma geleneğinin sona
erdirilişinin başlangıcına tanık olmuştur. Bu kopuştan önce insanın ilk çevresini hayvanlar oluşturuyordu.” Berger’in kast ettiği şey şu: 19. yüzyılı tamamen değiştiren sanayi devrimi ile birlikte doğa ile temas kopmuştur, hayvanların yerini temelde makineler almıştır: hayvanlara dair mitlerin yerini ise “bilimsel” bakış. Aslında bu dönüşümün 19. yüzyılda değil, fikren 18. yüzyıl “aydınlanmacılığında” başladığını söylemek mümkün.
Her çağın hayvanlara bakışını incelemek sosyolojik ve politik açıdan önemli çünkü insanın hayvana bakışı ve hayvanla kurduğu alaka, diğer insanlarla kurduğu alaka
ile bir paralellik taşıyor. Bir toplumsal sistem aslında hayvana ya da daha genel anlamıyla insan-olmayana nasıl bir kader biçiyorsa, kendi sistemindeki “kitleler” için -bilhassa da madunlar ve ötekiler için- de aynı kaderi biçiyor. Hayvanların kitlesel olarak öldürüldüğü büyük mezbahalar kuran modern kapitalizm, insanların da kitlesel olarak yabancılaştırıldığı fabrikalar kurmuştur. Hayvanla ilişkide ortadan kalkan “tekillik” insanla ilişkide de karşılığını bulmuştur: artık insan radikal bir tekilliğe çok uzaktır.
John Berger bahsettiğim kitabında hayvanat bahçelerini ele alırken, hayvanat bahçelerinin 19. yüzyılda ortaya çıkışını “modern sömürgeci egemenlik”le paralel gelişen bir olay olarak ele alıyor. Aslında buradaki tehlikeli dönüşüm şu: hayvanlar önce insan karşısında itibarsızlaştırılmıştır ve sonra da “hayvan” kavramı eski
mitik ve hatta yüce anlamını kaybedip, “insandan-değersiz” olanı imleyen bir kavrama dönüşmüştür. İlk antropologların “inceledikleri” ve Batıya getirip kafeslerde sergiledikleri “ilkel” insanlar için “insan olarak kategorize edilmeleri imkansızdır, daha çok hayvan özellikleri taşıyorlar” gibi korkunç açıklamalar yapmaları aslında her şeyi özetliyor. Berger bu bağlantıyı daha
da genişleterek şöyle diyor: “Baskı altında marjinalleştirilmiş her alanın – gettolar, gecekondu mahalleleri, hapishaneler, tımarhaneler, toplama kampları- hayvanat bahçeleriyle ortak bir yanı vardır.”
Hayvanlarla kurulan ilişkinin insan dünyasındaki “ötekiler”le bağı
düşünüldüğünde, edebiyat, sinema ve sanatta hayvan figürünün ya da “hayvaniliğin” bir hayalet ve bir öteki-alan temsili olarak sürekli geri dönmesi hiç şaşırtıcı değil. Hayvan figürü, baskın insani perspektifte
bir delik açmak, mevcut uygarlık kodlarını yıkmak ve yeni ihtimaller (yeni bir etik,
yeni bir politika, yeni bir estetik, yeni bir varoluş biçimi vesaire) tahayyül etmek
için kullanılabiliyor. Hayvan figürüne odaklanmak, insanın kendine tayin ettiği “merkezi” konumu sarsarak, başka düşünme ve varolma biçimlerinin kapısını aralayabiliyor. Bu açıdan hayvan figürü,
bir özgürleşme figürüdür. Majör bir dünya görüşünde minör bir kaçış çizgisidir.
Bu sergideki işler hem reel hem de metaforik anlamda “hayvanların tarafı”na bakarak, insan-merkezli majör manzaradaki bu minör ihtimalleri araştırıyor. Hümanist perspektifin dışına taşan bu bakışlar yeni
bir politika da içeriyor: insanı merkeze koymayan, insan-dışına da açık bir politika.