Resim, Video, Yerleştirme
Çınar Eslek’in “Karanlık” Yapıtları 2015
Bir “şey”i duyularla deneyimleyerek algılamak, aslında onu hemen oracıkta onaylamak demektir. Öyle ya, karşımızda duran o şey, bize ulaştığı anda kendi varlığını kanıtlamış ve kendisine ait tüm verileri zihnimize yüklemiştir; o vardır ve tam da o an bize ulaştığı gibidir. Bu durum bize ilk önce “dil”i anımsatacaktır: Duyduğumuz ya da okuduğumuz bir sözcüğü bir “bilgi” olarak benimsediğimizde, onun “kullanım biçimi”ni kavradığımızda, hiç kuşku duymaksızın iletişime dâhil ederiz. Demek ki o sözcük, yeri geldiğinde ya da ona her gereksinim duyduğumuzda rahatça öne sürebileceğimiz bir “malzeme” halini almıştır.
Ama burada şu soru sorulmalıdır: Acaba o sözcük, kökensel olarak her zaman ve her yerde aynı anlama mı gelmektedir? Başka türlü bir soru ile: Acaba o sözcüğün, daha önceki tarihlerde ve başka yerlerde farklı anlamlar içerdiği ve iletişimde farklı biçimlerde yer aldığı olmuş mudur? İşte bunları düşünmek, o sözcüğün morfolojisi ile ilgilenmemizi gerekli kılar ki bu süreçte de söz konusu sözcük, bize ulaştığı andaki varlığının ötesine geçmeye, anlamını parçalamaya, kökensel niteliğini bulanıklaştırmaya ve “iletişim malzemesi” olma özelliğini yitirmeye başlar.
Sözcüklerin dışında diğer “şey”ler; nesneler, birtakım işaretler ve simgeler de böyledir. Onların da morfolojisi ile uğraşmak, tüm göstergeleri bozar ve anlamlarını çeşitlendirir. Yani göstergeler, bundan böyle tek yönlü olarak gösteren-gösterilen bağlantısını terk edecek, sonuçta güvenle kullanacağımız o “iletişim malzemesi”nden mahrum kalmamıza neden olacaktır.
Burada basitçe şu kanıya varabiliriz: O halde “iletişim” adına her sarıldığımız sözcük, nesne, işaret ve simge, içlerinde farklı tarihlerin ve yerlerin farklı anlamlarını da taşımakta ve bize ulaştığı “son hali”nde ise birer “çelişki ve farklılık yumağı” durumuna dönüşmektedir. Ne var ki gösterge mantığı bunu kaldırmaz, bununla birlikte “iletişim” mantığı da bunu kaldırmaz. Onlar “dil”de ve göstergelerde “şimdiki zaman”daki anlamlarına ulaştıkları kadar anlam taşımaktadırlar ve önceki anlamlarıyla bağlarını kopartmışlardır. Eğer biz ille de bunları bir “iletişim” sürecine yararlı olabilecek biçime sokmak istiyorsak, hep onların bize ulaştığı son anlamlarıyla benimsemek zorundayızdır: Duyularla deneyimleyerek algıladığımız ve onayladığımız, onların tam da o an bize ulaştıkları halleriyle... Çünkü “iletişim”, bir ortaklık ve uzlaşma işidir. Bunlar olmadan, anlamlar arasında bir bağ kurmamız olanaksızlaşır, “iletişim malzemesi” elimizden kaçar ve anlam aktarabilme süreci kesintiye uğrar.
Biliriz ki “iletişim” adına kullandığımız her gösterge çelişkiler taşır ve farklı anlamlarla doludur; üstelik bunları düşünmek mademki “iletişim”i engelleyecektir, bu yüzden göstergelere sarılmayı sürdürürüz. René Magritte’in resminde olduğu üzere, tabii ki “bu bir pipo değildir.” Bunu iyi bilsek de ve bir “pipo resmi” ile (biraz grafit tozu ya da biraz boya maddesi ile) karşı karşıya olduğumuzu anlasak da ilk anda vereceğimiz tepki “bu bir pipo, buna hiç kuşu yok” tavrında olacaktır. Bir manzara resminde gördüğümüz şeyin, boya katmanları ve çizgiler kalabalığı olduğunu kavrasak da yine söyleyebileceğimiz tek şey, “bu bir doğa parçasıdır” olacaktır.
Çınar Eslek bu sergisindeki yapıtlarda, izleyiciye bildik görüntüler sunuyor; örneğin bunlar arasında “doğa”ya dair olanlar ağırlık kazanıyor. Baktığımız zaman, bunlara da hemen “bu bir doğa parçasıdır” diyoruz. Ve birbirimize bunlar hakkında bir şeyler söylerken, “o doğa parçaları” demekte hiç tereddüt etmiyoruz. Dahası, o görüntülere “doğa” sözcüğünü yakıştırırken de aynı güveni duyuyoruz. Düşünmüyoruz ki o görüntüler birer “doğa parçası” olmaktan hayli uzaktır, hatta onların “doğa” ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Sergideki görüntüler “doğa”yı andırmakla birlikte doğadan kopartılmış, yeniden düzenlenmiş, kimyasal maddelerle kaplanmış ve sentetik nesneler olarak imal edilmişlerdir. Ve “doğa” diye sunulmaktadır. 19. yüzyılda, kendisini üretim sisteminin makineler dünyasına terk eden insanların, artık ait oldukları doğaya değil de kendi yarattıkları bir “doğa”ya tâbi oluşları ve bundan da yakınıp durdukları gibi bir şeydir bu; belki Friedrich Hegel’in “ikinci doğa” dediği gibi bir şey…
Ayrıca şu da belirtilmeli: “Doğa” sözcüğünün gerçek doğa ile kesinlikle ilgisi yoktur, o da bir işaretten başka bir şey değildir; yine de o sözcük, gerçek doğayı işaret eden bir “dil göstergesi” olarak işlev görmektedir ki bu yolla gerçek doğaya dâhil edilmiştir. Diğer yandan, sergideki görüntülerin de gerçek doğa ile ilgisi olmadığı gibi, onlar için kullandığımız “doğa” sözcüğünün de gerçek doğa ile ilişkisi yoktur. Her şeye rağmen, gerçek doğa ile ilişkisi olmayan bu “şey”lerin bir araya gelişi, bizde Çınar Eslek’in “doğa” ile ilgili bir şeyler yaptığı kanısını uyandırır. Ve bu kanının onay görmesi son derece olağandır; değil mi ki tüm bu işaretleri, bir alışkanlık sonucu “doğanın kendisi” olarak onaylamışız ve yaşama geçirmişizdir, o halde bir kez daha şöyle deriz: “Çınar Eslek burada bize doğadan söz etmektedir.”
Aslına bakılırsa, Çınar Eslek bize bu sergide ne doğadan ne herhangi bir nesneden ne herhangi bir işaretten ne de herhangi bir simgeden söz etmektedir; onun söz ettiği şey, karşımıza gelip duran ve duyularımızla algıladığımız biçimiyle onayladığımız o şeylerin, “kendi olmadığı” durumlardır. Bunun da ötesinde, o “kendi olmayan” şeylere yakıştırdığımız, yine “kendi olmayan” sözcüklerdir. Hiçbir sözcük ya da hiçbir gösterge yoktur ki “şimdiki zaman”a ulaştığında ve “iletişim malzemesi” haline geldiğinde, içindeki çelişkileri ve farklılıkları korumuyor olsun. O zaman da şunu düşünmeliyiz: Burada gerçek anlamdan bir şeyler mutlaka kalmıştır, ama o gerçek anlam tarih boyunca o kadar parçalanıp dağılmıştır ki bunlardan hangisinin o anlama ait olduğu, hangisinin o anlam ile bağlarını kopardığı kolaylıkla anlaşılamamaktadır. Ve o durumda da bu kez şunu düşünürüz: Bir sözcük ya da bir biçim, ancak kendini tek ve mutlak bir anlamda “dışa vuramadığında”, gerçeklik haline yaklaşabilir.
Ne bir sözcük ne de bir gösterge kendi “logos”unu içinde taşımıyorsa, kurmacadan başka bir şey ifade etmiyorsa, anlamın gölgeleri haline gelirler; “karanlık yan”ın parçalarıdır bunlar… Bir olasılıkla, Çınar Eslek’in bu sergideki tüm yapıtları, izleyiciye bu yüzden “karanlık” yanlarıyla görünür. O yapıtlar bize sürekli olarak bir “şey”lerden söz edip durmaktadırlar. Bunlar arasında ilginç bir resim vardır, örneğin Babil Kulesi’ne benzer bir yapı, bir tabloda gözümüze çarpar ve bir kez daha bizi aynı davranışa sürükler; hemen şöyle mırıldanırız: “Bu, Babil Kulesi…” Oysa o kulenin gerçekte nasıl bir “şey” olduğu hakkında bir bilgimiz yoktur, yalnızca anlatılanlar ya da bazı resimlerden öğrenmişizdir. Buna karşın, onun Babil Kulesi olduğu konusunda kuşku duymayız. Demek ki o gördüğümüz “şey”, daha önce hiç görmediğimiz bir “şey”in resmidir. Tam burada aklımıza şu soru gelir: Bu yapıtlarda “doğa” dediğimiz “şey”, doğanın kendisi midir? Yanıt basittir: “Hayır.” Pekiyi bu gördüğümüz, Babil Kulesi’nin kendisi midir? Onun yanıtı biraz daha zordur, çünkü “evet” ya da “hayır” diyebilme şansımız bulunmamaktadır: Öyle bir kule var mıydı, hiç olmuş muydu ve bizim deneyimlerimiz içinde yer alıyor mu? Bu kez de o kuleyi, salt sözcüklerden ve kimi biçimlerden tanıdığımızı anımsarız ki bu durumda yine bu yazının başına dönmüş oluruz; ilk tümceyi anımsayalım: Bir “şey”i deneyimleyerek algılamak, aslında onu hemen oracıkta onaylamak demektir.” Deneyim, burada doğrudan karşımızda duran şu biçimdir işte… Duyular öyle demektedir (yani görmekteyizdir).
Sonuç olarak şu söylenebilir: Çınar Eslek, sözcüklerin ve göstergelerin karanlık, gölgelenmiş yanlarını bize sunarken, onların “kendi olmayan” hallerini nasıl da kolaylıkla onayladığımıza dikkat çekmektedir, burası tamam… Ama bir yandan da gerçekliğini zaten hiç deneyimlemediğimiz, modelsiz bir “şey”i, nasıl da kolaylıkla “gerçek-miş” gibi bize gösterebildiğini kanıtlamaktadır. Nasıl da bunların içine sinmiş çelişkili anlamları ve farklılıkları unutuveriyoruz? Yani “dil”in ve göstergelerin, gerçekliğin yerini alması demektir bu… Şunu düşünmeli: Acaba “dil”deki ve göstergelerdeki bu güç; gerçekliği kurabilme ve hemen onaylatabilme gücü, bize tarihten hangi anlam dayatmalarını taşıyor ve bu kadar inandırıcı olabiliyor?
Emre ZEYTİNOĞLU