Farkında Değilim

Resim, Fotoğraf, Video, Sergi

Bedeni Onaylama Zamanı

Bedenimizi nasıl algılıyoruz? Ona bakarak mı, yoksa dokunarak mı? Bedenimizle ne kadar yakınlaşabiliyoruz, yoksa onu unutuyor muyuz? Kendimizi ona ait hissediyor muyuz, yoksa onunla aramıza sürekli olarak bir mesafe mi koyuyoruz? 

Bunlar insanların kendilerine sürekli olarak sorduğu sorular değildir. Bedenimiz genellikle bizden ötelerde gezinir. Hem nesne olarak, hem düşünce olarak, onu elden kaçırdığımız zamanlar hayli fazladır. Bazen onun peşinden sürüklenip durduğumuzu ayrımsarız ama, bu uzun sürmez. Yeniden onu terketmek için fırsat kollarız, bakışlarımızı uzaklara çeviririz, zihnimizi oyalayacak sayısız “şey”e yöneliriz. 

Bedenimizle köşe kapmaca oynarız. O ve biz, ayrı ayrı yerlerde ve ayrı ayrı zamanlardayızdır. Oysa karşılıklı bir bağ da yok değildir. Yaşadığımız sürece birbirimizden ayrılmanın olanaksızlığını biliriz; yan yana ya da içiçe bir yaşam geçirmekten başka çare yoktur. O halde bedenimizle ilişkimiz, “görmezden gelmeler” üzerine kuruludur.

Ne var ki “görmezden gelmek” aslında bir seçim değil, bir zorunluluktur. Çünkü aynada gördüğümüz eksik bir bedendir. O, içini bizden gizler. Yaşamı sorunsuzca sürdürmek, bu eksik görüntüyü kabullenmemiz, hattâ onu sevmemiz anlamına gelir. Bedenimizin her noktasını, dışı kadar içini de tanımak istememizin rasyonel bir yanı yoktur. Tanımadığımız ya da hiç görmediğimiz (belki hiç göremeyeceğimiz) beden parçalarını merak etmemiz, zihnimizi böyle bir merak ile meşgul etmemiz, tuhaf bir takıntı olurdu. Bedenimizin görünür dışı, görünmeyen içine egemen olur. Bedenimizin dışını algılamamız, içini bir tasavvurlar dünyasına havale eder. Örneğin kan, yalnızca bedenin dışına çıktığında bir anlama dönüşür, dramatik olur. Kalp, işlevsel biçimiyle değil, bir “aşk işareti” haliyle sevimlidir. Gözün, etkileyici rengi duygusaldır vs. Bedeni tasavvurlar dünyası ile tanımlamak, onun somut durumunu yadsımak ve onu topyekûn “anlamlar dünyası”na göndermektir. 

“Anlamlar dünyası” bedeni örttüğünde, somut beden yok olur. Bu yok oluş, inançlar için olduğu kadar, seküler felsefeler için de elverişli bir durum yaratır. Bedene monte edilen tasavvurlar, insanın metafizik yanını inşa ettiği ölçüde, onu rahatlatmıştır. Bedenin teolojiye ya da “varlık” felsefelerine adanması, bedeni zorunlu olarak görmezden gelen insanın, kendi somutluğundan “iğrenmesini” hazırlar. İnsan için bedeni yakından ve somut biçimde tanımak, düpedüz bir “iğrençlik” ile karşı karşıya kalmaktır. Bu yüzden insan kendi bedeninden kaçar, ondan sıkılır, onun somutluğunu aşağılar; onun somutluğuna saldırarak bedene bir şiddet uygular. Bedenin somutluğundan iğrenenlerden iğrenen de, Nietzsche olmuştur. Nietzsche sanat üzerine konuştuğunda, bu iğrençliğin ve somut bedene uygulanan şiddetin estetiğinin yaratılması gerektiğini vurgulamıştı. 

İşte Çınar Eslek’in bu sergisine, Nietzsche’nin estetik önerisi bağlamında bakmak mümkündür. Sanatçının yapıtları, bedenin, düşünce tarihinin önemli bir bölümünde dışlanan somutluğunu geri çağırmaktadır. Geçirdiği ameliyatlar dizisinden yola çıkan sanatçı, bir süredir gerek pentürler, gerek fotoğraflar, gerekse videolar ile bedenin “tasavvurlar dünyası”nı imha ediyor. Beden parçalarının dramatik öykülerini dışarıda bırakarak, “iğrenç” olarak tanımlanan yanını kullanan Çınar Eslek’in tavrının, aynı zamanda bellek ile ilişkilendirilebilecek bir yanı var. Bu ameliyatlar dizisi, sanatçıda bir “deneyimler süreci” oluşturuyor ki, o süreç, o ameliyatların birer “dondurulmuş” belgesi olmaktan çok, sanat yapıtını meydana getiren bir “deneyim evrimleşmesi”ni ortaya çıkartıyor: Estetikleşme, tam da buradadır. 

Son olarak da şunu vurgulamalı: Bu yapıtlar, birer zorunluluk içeren ameliyatlar aracılığı ile bedeni deşifre ediyorsa, bu durum doğrudan yaşamsal bir gerekliliğin estetiğidir. Yaşamsal gereklilik ise, içinde bir kurgu taşımaz. Ve bu sergi, bedenin deşifresi ya da beden parçalarının sanatsal bir eyleme dönüşmesi bağlamında sanki “Orlan’ın ameliyatları”na benzetilebilir. Oysa söz konusu yaklaşım son derece yanlıştır. Çınar Eslek’in eylemi, sanatsal alandan yola çıkılarak tüm aciliyetlerini yine o sanatsal alandan kotararak, bedene inen darbelere yönelmek gibi saçma sapan bir eylem değildir. O eylem, zorunlu deneyimlerin bellekteki evrimini ve “kendiliğinden estetiği”ni yansıtır. 

 

Emre Zeytinoğlu